“Gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var.”
İki gerçek hikaye, olay. İki millet, iki devlet, iki ulus bir arada. Savaşmak için karşı karşıya değiller. Yıl 1890, henüz Birinci Dünya Savaşı kopmamış ama ortalık kızışıyor. Nihayetinde, Osmanlı İmparatorluğu yeni dostluklar kazanmak ve okyanus aşırı bir ülkeyle doğrudan ilişki kurabildiğini gösterebilmek adına bir fırkateyn gönderiyor, doğunun en doğusuna mürettebatında 600’den fazla kişiyle Ertuğrul fırkateyni yola çıkar.
Ertuğrul fırkateyni zamanına göre modern teçhizatlarla donatıldığı bilinir bilinmesine ama biraz eskidir işte. Çürük olduğuna dair raporlar da olmasına rağmen donanmanın en güzel gemisidir. Süveyş Kanalı’nda ilk arızasını verir, yine yoluna devam eder. Yol boyunca Aden limanı, Hindistan, Singapur gibi çeşitli ülke ve limanlara da uğrar. Uğradığı her limanda ilgiyle karşılaşır. Bu ülkelerin, o coğrafyaların müslüman halkları tarafından ise bir başka karşılanır elbette. Her limanda ise yüzlerce ziyaretçisi olan bu eski geminin İstanbul’dan başlayan yolculuğu tam 11 ay sonra bir Haziran gününde Japonya’nın Yokohama limanında son bulur. O eski, o çürük gemi Akdeniz’i aşmıştır, Kızıldeniz’i geçmiştir, Hint Okyanusu ile baş edip Sarı Deniz’in yanındaki Japonya’ya kadar varmıştır. Yanılmıyorsam, o tarihe kadar en uzak noktaya giden Türk donanma birliği olmuştur. Üç ay boyunca heyetler görüşmüş, 50 kişilik bando ise Japon halkına konserlerini vermiştir. Ancak, dönüş vakti geldiğinde ise yerlilerin bildiği ama bizim ecdadımızın pek bilmediği türden bir tayfun sezonu başlamıştır. Dönüş yolunda, Kuşimoto açıklarında Ertuğrul fırkateyni dayanamaz ve mürettebatından sadece 69 kişi geriye sağ kalır. Büyük bir felakettir. Bu büyük felaketi o fırkateyndeki mürettebat kadar enkazın kıyıya vurduğu Japonyalı köylüler de yaşamış. Kahramanlıklar iki millet arasında paylaşılmış, acılar beraber hissedilmiş. Bugün hâlâ o şehitlerin mezarları oradadır, o köylülerin torunlarına emanettirler.
İzleyeceğiniz film, bu özetlemeye çalıştığım elim kazayı konu edinmiş ve bence abartılardan kaçınılmış bir film olmasının yanı sıra, sadece o kazayı yaşayanları yani kazayı geçirenlerle onlara yardım etmeye çalışanların o çaresizlik içinde neler hissettiklerini anlamamıza yardımcı olacak diye düşünüyorum. Bu yüzden geçişler hızlı olmuş. Yoksa düşündüğünüz zaman o kadar çok odaklanacak şey var ki, olabildiğince bir kolaj sunulmaya çalışılmış.
Filmin son bölümlerinde ise belki de kaderin nasıl insanları birleştirdiğine, tekrar bir araya getirdiğine şahit oluyoruz. Yine gerçek bir olay üzerine kurgulanan ve ilk bölümlerde yaşananları tamamlayıcı bir bölüm var. 1985 yılında İran-Irak savaşı sırasında Tahran’da kalan 300 kadar Japonyalı’nın o savaştan hiçbir şekilde kaçacak yollarının olmayışı üzerine ülkemizin bir uçak yollaması ele alınıyor. Ancak kurguya göre, Türkiye’ye gelmeye çalışan kendi vatandaşlarımız uçaktaki yerlerini Japonya vatandaşlarına veriyor. Böyle bir fedakarlık gösterdikleri sahneleniyor. Gerçekten etkileyici sahnelerdi. Gerçekte o yıllarda bu oldu mu bilmiyorum ama o insanları kurtarma görevini yapan pilotların büyük bir risk aldıklarını birinci ağızlardan duyduk. Okumak isterseniz şu linke tıklayın. Aslında pilotların sadece o cesaretlerini işleyen ve İran-Irak savaşı sırasında yaşananları da kapsayan bambaşka bir film yapılabilir gibi görünüyor, özellikle bahsettiğim linktekileri okuduktan sonra bu şekilde düşünmeye başladım. Bazı kişileri eleştiriyor, haklı da olabilirler, filmin son kısımlarında Japonya vatandaşlarının kurtarılması hikayesinin yer almasını. Ben bu kısmın daha iyi ve daha gerçekçi bir şekilde işlenmesi taraftarıyım. Ancak, film bu şekilde.
Eninde sonunda filmin yapılış amacı belli, Türk-Japon dostluğunu iki tarihi olayın penceresinden işlemek. Dolayısıyla filmdeki beklentiler de belli olmalı. Bu dostluğun izleri bugün bile devam ediyor aslında. Bugün biz hâlâ Gölcük Depremi’nden sonra, yakın dönemde olan Van’daki depremden sonra Japonyalı doktorları ilk yardım edenler arasında görüyoruz. Bunun gibi bir çok meselenin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.
Köksüz bir geçmişimiz yok ve onurlu bir gelecek için canını feda etmiş, canı pahasına ülkesini savunmuş nice kahramanımız var. Bu fedakarlıkları hatırlayalım, unutmayalım diye düşünüyorum. Çünkü bugün bu topraklarda yaşayabiliyorsak bu fedakarlıklar sayesindedir. Sinema etkileyici bir dile sahip olduğu için umarım geçmişimize ve hatta bugünümüze ışık tutabilecek nice çalışmalar olur.
Ertuğrul 1890 filminin fragmanı,
Bu arada blogumda bahsettiğim ilk Türk filmi Ertuğrul 1890 oldu. Aslında yönetmeni ve senaristi Japonyalı ama olsun. Film hakkında çeşitli eleştiriler var. Aralarından bazılarının filmin konusunun mirasını devraldığımız devlet ile ilgili olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Başta Birgün sitesinde bir yazarın facia olarak lanse etmesi, Radikal’in sitesinde film olmamış, şu sahneler şu sebeplerde koyulmuş şeklinde sürekli bir art niyetin arandığı eleştiriler okudum. Filmi izlerken neresi eksik diye düşünürken filmin neler anlattığını insanların kaçırması elbette normal diye düşünüyorum. Oysa ki, film insanları sıkmayan bir akışa sahip. Ne o dönem ki Osmanlı padişahı ön plana çıkarılmış ne de Japon imparator. Filmin sadece o kazayı yaşayanlara odaklanması, orada olup biteni izleyiciye aktarması doğru bir tercih zaten. Film iki ülkenin ortak yapımı olduğu için yapımın ana fikri de bu dostluğu desteklemek. Yoksa bu geminin seçiliş süreci, geminin yolculuğu sırasında yaşanan sıkıntılar, Yokohoma limanındaki kolera salgını, belki gemi komutasının yönetimdeki hataları, kaza sonrası olan soruşturma süreci gibi bir çok şey ele alınabilirdi ama tüm bunlar bir buçuk saatlik filme sığar mıydı? Belgesel de değil hani. Her neyse bu filmi ayaklar altına alanların düşünce dünyaları da “belli”. Bu insanlar tarihsel şartları bir yana bırakarak günümüz dünyasında düşünerek “filmi” eleştiriyorlar. Ama eleştirilen film değil. O insanlar orada kendi insanlarını temsil edebilmek uğruna hayatlarını kaybettiler, yola çıkarken bu riskin de farkındaydılar. Onların bu kararlarına, gösterdikleri cesarete, millet sevgilerine ve o zaman ki şartları düşündüğümüzde “yeni dünyaları” keşfetme arzularına saygı duyularak yapılan bu film gayet anlamlıydı. Facia dedikleri bu film zaman içinde unutulan bu özverili insanları tekrar hatırlattı. Bu yapılırken de sadece o insanların o zor anlarında neler yaşadıklarına ve onlara yardım eden başka dilden başka renkten insanların nasıl çaba gösterdiklerine odaklanılmış. Bugün sözü edilen halkların kardeş oluşu, dün yaşanmıştı zaten.
Son olarak, Mars Sinemaya bağlı yerlerde öğrenci iseniz 15 TL yerine 6 TL’ye bu filmi izleyebiliyorsunuz, bilginize.
Gökhan Atmaca – twitter.com/kuarkatmaca
Listemde sırada bu film var, araştırma yaparken denk geldim 🙂 İlk paragraf itibariyle bu yazı olmuştur dedim ve yazınızı not alıyorum, filmden hemen sonra okuyacağım, takipteyim.
Merhabalar, yorumunuz için teşekkür ederim ( : . Umarım filmi de beğenmişsinizdir, tekrar teşekkürler