Şimdilerde “İki Yalnızlık Bir Aşk Eder” adlı romanımı yazmaya devam ediyorum. Tabii romanı duyunca, şiiri soracaksınız hemen. Şiir,…zaten vazgeçilmezim… Ne zaman zihnimde kelimeler uçuşsa, hayaller ardı sıra tutuşsa kaleme sarılmamak mümkün değil. Ne zaman biri gelse geçmişinize dokunsa, ne zaman biri gelmese hep gitse; yazmaya direnemiyor insan. Yine de her gün birileri canımıza tak etmiyor, zaten hem yazıyorsanız hem de fizikçi iseniz hayatın içinde çok fazla insana yer veremiyorsunuz. Haliyle yazmak için yalnızlık şartken siz de zorlamıyorsunuz; illa başka bir yalnızlığı hayatınıza dahil etmeye. Çok da sevemiyorsunuz zaten, şiire gönül verince; şiiri yazdıran tek olunca. Dolayısıyla her gün bir şeyler yazıyor olmam her gün iz bırakacak olaylara karışıyor olduğum anlamına gelmiyor. İyi ki de gelmiyor, yoksa insanız hani; kaldırabileceğimiz, kelimelerle işleyeceklerimizin de sınırları var ama gün gelmiyor ki, yazmamak elden gelmiyor. Yazmak için yalnız olmak yeterli, çünkü kimse ile konuşmuyorsunuz rutin bir yaşama sırasında. Çok konuştuğum zamanlar, hiç yazmadığım zamanlar olunca; ve yazıyor olmanın getirdiği keyfi, hissi konuşuyor olmak vermediğinden ve hem de yalnızlık, adeta bir sığınağa döndüğünden konuşuyor olmak kadar sıkıcı bir şey yok gibi görünüyor. Ama bazen, yalnızlığın gürültüsü sağır edecek düzeye ulaştığında yanında yalnız biri daha olsun istiyor insan; yalnızlığımız hiç değilse biraz dinlensin. Yoksa yaşanılır değil… Her neyse işte, yazan insan için yalnız olmak; konu sıkıntısı yaşatmıyor insana. Girişte bahsettiğim romanı yazarken bir bölümde şöyle dem vurmuşum yalnızlıktan: “Trenler, metrolar, otobüsler yalnızlık dolu. Bir şair, bir yazara ilham veren bunca mekan böyle iken yazar nasıl bahsetmesin yalnızlıktan?” Öyle ya, yazara yazdıran şey yalnızlık değil mi zaten? Hem yazdıran hem de konu olan şey ‘yalnızlık’ olunca ardı arkası kesilmiyor şiirlerin. Şiir demişken, gürültüsü yine sağır edercesine olduğunda yalnızlığa dokunmuşum bir şiirde:
“Yalnızca yalnızlık
hiç bırakmadı
ama
sessizce yalnızlık
hiç olmadı.
hiç susmadı işte
hep aynı yalnızlık.”
Sonra aynı yalnızlık bir pazar sabahı kapımı çalmış (şiirin tamamı),
“yalnızsındır, bir bankta, bir durakta, otobüste, otogarda,
şehirlerarası bir yalnızlıkta,
uluslararası bir ömürde,
artık özleyecek, bekleyecek ve sevecek kalmamıştır kimse
ancak anlarsın, bir pazar sabahı kapıyı çalan yalnızlıksa..”
Ve evet bugün pazar, yine bir günaydın eksik.
Pazartesi kalabalıksa, cumartesi sessizse; yalnızlıktır, hayal ettiğine terk olunmak (olric’e söylenmiştim böyle bir kere). O zaman, Olric’e ne sorduysam o hep bilmem, siz daha iyi bilirsiniz derdi. Sinir ederdi insanı, yazarken bile, içten içe konuşurken bile. Sonra sen neyi bilirsin diye sorduğumda, en iyi bildiği şeyi söyledi; “Olric olmayı, kendimi bilirim efendim” dedi. O gün bir daha gözüme girdi, yalnızlığım. İnsanın yalnızlığı kendisine ders verebilmeli, kendisinden, yaşantısından insan ders çıkarabilmeli. İlla ki Olric diye isim takmaya ne gerek var? İnsan kendini bilmeli, öyle güçlüyüm diye kendini kandırmamalı; zayıfım diye de ayaklar altına düşmemeli. En büyük hatayı da yapmamalı, dostum var diye çok güvenmemeli. Olric neyine yetmiyor? Kendini bilmeli insan. Kiminle nasıl konuştuğunu iyice tartabilmeli, kime ne ümit verdiğinin de farkında olmalı kimi gerçekten sevdiğinin de. Hangi hayallerinin peşinden koşacağını da bilmeli, hangilerinin imkansız olduğunu da. Hayatındaki sıkıntıları bahane ederek yanlışlar da yapmamalı, dert sahibi olduğunu bilerek başkalarına dertler de açmamalı. Önce kendi kalbinden sorumlu olduğunu da bilecek, sonra karşısındakinin de bir kalbi olduğunu da hatırlayacak. Hem herkesin bir derdi vardır diyecek hem de öyle iyiliklerini boş keseden de herkese dağıtmayacak. İnsan, yalnızlığında kendini bilmeli. Sonra sırası geldiğinde, başka bir yalnızlığa karıştığında kendini kaybetmemeli.
Başka bir yalnızlık demişken, “İki Yalnızlık Bir Aşk Eder” romanı iki yalnızlığın üzerine kurulu bir roman olma yolunda. Bilinçli olmadı, şartlar öyle gerektirdi. Ana karakterler dışında öyle karakterler de var ki, onların yalnızlıkları bambaşka öykülere, hayatlara yol açıyor sanki. Bu da zengin bir karakter ve hayat örgüsü dağarcığına sahip bir romanı hazırlamak üzere olduğum için beni sevindiriyor. Böylece bir çok olaya, bir çok yaşanan şeye ve insanların sık sık hayatın içinde karşılaştıkları olgulara benim bakış açımdan yorumlar yapabilmeme imkan sağlamış oluyorum kendime. Bir romancının da heralde en çok istediği şeylerden biridir, kendi bakış açısını doğru olay örgüleri sayesinde okuyucunun yorumlayabilmesi. Her neyse, her iş gününde laboratuvarda fizik çalışıyorum, ne zaman işimden ayrı kalsam yalnızlığa; şiir yazıyorum, roman yazıyorum ama güzel şeyler yazmak gelmiyor içimden.. Güzel hayallerim var ama onları yazmak gelmiyor içimden okuyucu. Gerçekler mi ağır bastığından, yalnızlık mı yorucu geldiğinden nedir; güzel şeyler yazmak gelmiyor içimden.. Yoksa güzel bir hayatım olmadığından değil, güzel hayallerim ya da gerçekleştiremediğim hayallerim olmadığından değil.. Sadece güzel şeyler yazmak gelmiyor içimden, şimdilik, o yüzden fazla kurcalama okuyucu. Ben yazarım, sen okursun, anıların varsa anıların, yaraların varsa yaraların, o an ne yaşıyorsa yaşadığın ama hep göz yaşın ama hep bir hayalin, bir araya getirdiğim kelimelerimde karşına çıkacak. Herkesin bir derdi var işte, herkesin kendine yeter. Kurcalama okuyucu, deşme kelimelerimi, eşeleme virgüllerimi, soru işareti koyma noktalarıma. Bana kalsa güzel şeyler yazmak isterim, o günler de elbet gelir okuyucu; büyümediysek demek ki.
ve son söz,
“uçurtma uçurasım var okuyucu
gökyüzünde salınsın yalnızlığımız
rüzgara karşı essin dursun hayallerimiz
bulutlara doğru yankılansın nice sustuklarımız
selam olsun geride bıraktıklarımıza okuyucu…”
Gökhan Atmaca
“Şiir” Misali “Hayat” / Twitter
1 Response
[…] bitmiş olacak. İki Yalnızlık Bir Aşk Eder adını vermeyi düşündüğüm romanla ilgili “Güzel şeyler yazmak gelmiyor içimden..” isimli yazıda birkaç detaydan daha bahsetmiştim. İsterseniz okuyabilirsiniz o yazıyı […]